22 Ağustos 2010 Pazar

Kuyruk Sevdası...




65 ini deviren Ahmet Bey , bakkal 70 lik Mehmet Efendiyle alışverişi sırasında randevu laştılar... '' Bak Mehmetcim '' dedi , ''yarın ayın 2 si, gazeteni termosunu getirmeyi unutma , yarın kahvalıya merkezdeki Ziraat Bankası ' nda buluşuyoruz. Gelirken Şadiye Hanıma rastladım. Çıtır çıtır sigara böreklerini hazırlayacakmış , hadi gene yaşadık... Vallahi şu ay başları olmasa kimse düşünmeyecek bizi... Tamam mı üstadım.. ''
'' Tabii tabiii Ahmetcim... '' diye cevap verdi bakkal Mehmet Efendi... '' Haberdarım muhteremden... Aysel Hanım bahsetti az önce... O da kurduğu turşulardan getirecekmiş... Kızı da eşlik edecek , malum tansiyonu atlı karınca gibi... Bir iniyor , bir çıkıyor... Geçenlerde toprağı bol olsun Hüseyinimizi 70 ini göremeden uğurladık bankadan... E tedbirli olmak lazım tabiki... Haydı kal sağlıcakla... Geç kalma ama sıra tutmamız lazım üstadım... ''
Sohbetlerinin ardından ağır ağır uzaklaştı Ahmet Bey , bilinmez karanlık bir geleceğe... bakalım yarınki buluşmadan sağ çıkabilecek miydi... ne de olsa herkesin gideceği yer aynıydı...
Çok endişelenmemesi gerekiyordu... herkes onun kadar şanslı olamayabilir , 65 ini bile göremeden kalp krizi yada tansiyon belasına yenik düşüp kuyruk sevdasının kurbanı olabilirdi... ama o tüm uzun kuyruklardan sağ çıkabilmeyi başarmış ve her emekliye örnek olacak bir ömür sürdürmüştü... Yarın da öylesi günlerden biri olacaktı... Sadece buna konsantre olmalıydı... Derin düşünceler içerisinde , emektar sokağında ağır ağır adımlarla ilerlerken , ne kadar şanslı olduğunu düşündü...

Duyduğunuz bu diyaloglar pek manidar ve şaka ile karışık gibi gelse de , ne yapılırsa yapılsın bir türlü değiştirilemeyen ve belki de uzun yıllar boyunca hiç değiştirilemeyecek bir Türkiye gerçeğini yansıtıyor...Emeklilerimiz banka kuyruğuna gitmeyi çok seviyor... Onlar için bu kuyruklar her ay iple çektikleri bir randevu fırsatı... Hiç sıkılmadıkları , tam tersine fazlasıyla benimsedikleri bir yaşam göstergesi... Yeni düzenlemelere ve rahatlatıcı uygulamalara karşın emeklilerimiz maaşlarının evlere teslim edilmesi yerine bankalarından ödenmesini tercih ediyorlar... Sadece bir lira karşılığında , zaman zaman hayatlarına amal olan bu kuyrukları terk edebileceklerken , bütün riskleri göze alıp kuyruk sevdasını yaşamaya devam ediyorlar...

İnternet ortamında yaratılan alternatif sosyalleşme şeklinin yaşlılar bazında bir tür Türk versiyonu olan '' Kuyruk Sevdası '' , en çok tıklanan facebook sosyalleşme ağı misali , ay başlarında yada 15 lerinde , her köşe başındaki bankada karşımıza çıkmaya devam ediyor... İşin acı yönlerinden birisi de , bankaları mutlu eden bu manzaranın , farkında olamasalar da emeklilerimize ikinci bir fatura daha çıkarıyor olması... Maaşların bankalardan ödenmesi karşılığında her emekliye verilmesi düşünülen promosyon ödemeleri , kuyruk manzaralarının sürmesiyle çok cüzi rakamlarda kalmaya devam ediyor...

20 Ağustos 2010 Cuma

Okuyamama ve Yazamama Ataerkilce Bir Ayıptır...

Okumayan bir millet olduğumuzu bilmeyen kalmamıştır sanırım... Yıllardır kanayan yaramızdır bu acı gerçek... Üstü kaşınsa da kaşınmasa da , hep sürülür önümüze hiç kapanmayan yaramızın bu iç karartıcı resmi,  medeniyet sıralamasındaki acınacak durumumuzu dostun düşmanın önüne sermek için...

Ama bu gerçeğin , çok daha derinlerde kalıp , pek de gözükmeyen kronikleşmiş ve sanki kötü huylu bir ur misali hiç iyleşmeyecek bir yanı vardır ki , hep gözlerden kaçar... Kadınların bu cehalet vesikası içerisindeki okul terk misali utanç tablosudur gözlerden kaçan... Utannma tabirim yanlış anlaşılmasın lütfen... Bu durumun sorumluluğunu sadece vefakar ve cefakar kadınımıza yıkmıyorum...

Resmin asıl sahibi üzülerek söylemeliyim ki , ataerkil yapıyı babalarının dedelerinin en vazgeçilmez mirası gibi koruyan , çağın gereklerini anlamaktan yoksun biz ( söz meclisten dışarı , sözüm erkekliği asalet yadigarı gibi sıkı sıkı tutup bırakmayan örümcek zihniyetli , kadını toplumdan saklanması gereken şahsi hazineleri gibi gören er nitelikli kişileredir.. ) , taş kafalı erkeklerdir... Bu yazımı okuyup bana hak veren , kadınına sahip çıkan , kızını dünyanın en değerli elmas madeni gibi görüp , onun topluma faydalı bir birey haline gelmesi için en usta ellerde işlenmesine engel olmayan kocalara , babalara tek bir lafım yok...

Manzara vahim... Türkiye İstatistik Kurumu ' nun yaptırdığı araştırmanın sonuçlarına göre , Türkiye ' de halen okuma yazma bilmeyen 15 yaş üzerinde 5 milyon 674 bin kişi bulunuyor... Bu rakam genel nüfüsun % 11 ' ine karşılık geliyor... Okuma yazma bilmeyenlerin % 84 ünü ise kadınlar oluşturuyor... Rakam olarak 4 milyon 742 bin kadın... Yürek sızlatan hüzünlü bir tablo önümüzdeki malesef... Deminki sözlerimi abartılı bulanlar lütfen bir kere daha baksınlar rakamlara...

Onlar bizim annelerimiz , yaşam boyu her karşılaştığımız güçlükte rehberimiz olan... Onlar bizim ablamız , akrabamız , derslerimizi birlikte yaptığımız , okulda işde fikir aldığımız... Onlar eşimiz , hayat ortaklarımız , çocuklarımızın annesi... Oğlumuza , kızımıza yaşamın ince ayrıntılarını gösteren hayatta kalma ustaları...

 Ve onların 5 milyonu tek bir harfi anlamaktan yoksun , yeni neslin geleceği göz göre göre akıp gidecek avuçlarının arasından... Belki sadece okuma yazma değil bizi biz yapan , hayat okulundan da iftiharla mezun olmak gerekiyor , doğru... Ama bu itiraz bile kadınların durumunun acilen düzeltilmesi gerçeğinin üzerini örtemiyor... Örtmemeli de , izin verilmemeli üstünün ölü toprağı ile kapatılıp , önlem alacak gözlerden saklanmasına...

En kötü durumdaki bölge her zamanki gibi Güneydoğu Anadolu... Hani başlık parasına mal gibi alınıp satılan kurbanlık kadınlarımızın büyük çoğunluğunun bulunduğu yer... Hani  ailedeki gerçek değerli varlık kimse , oğul yada  erkek , o hapise girmesin diye korunup , aile meclisi kararlarıyla intihar süsü verilerek öldürtülen kadınların neredeyse tamamının olduğu bölge... Buradaki her 3 kişiden biri okuma yazma bilmediği gibi , kadınlardaki okuma yazma bilmeyenlerin oranı % 90 ları zorluyor...

Utanç akıyor , neresinden tutsan... Tutamıyorsun hiç , elinde kalıyor bilmem kaç zayıflık insanlık karnesi... Sonra hiddetleniyor yada şiddet doluyor melek yürekleri ve suçla , hapisle tanışıyorlar , hayatta kalabilenleri...Yine özgür olamıyorlar demir parmaklıklar ardından seyredebiliyorlar ışıltılı güzellikleri... Biz dünyasını kaptırmak istemeyen hiç büyümemiş ataerkil çocuklar olarak kaldığımız sürece de seyredemeyecekler... Daha yaşanılır bir ülke için , daha iyi sahipleneceğimiz bir gelecek için , onları rahat bırakalım... Umut dolu bir yarın yaratmak için , hayatı en gerçek haliyle yaşayabilmek için koşsunlar...

Dost , Kardeş Pakistan Yaralarını Sarmaya Çalışıyor...

'' Pakistan , Pakistan cive Pakistan '' '' Cive , cive , cive Pakistan '' ...

benim gibi 30 lu yaşlarında olan olgun delikanlılar , TRT' nin bundan 15-20 sene kadar önce canı sıkıldıkça çaldığı sempatik şarkıyı mütebessüm bir ifadeyele hemen hatırlayacaklardır... Dost , kardeş Pakistan ' ın gülen samimi yüzünün melodisidir bu şarkı , 20 yıldır benim için...

Şu sıralar tarihinin en büyük felaketini yaşayan Pakisan ' ın içler acısı hali ile her karşılaşmamda aklıma bu şarkı geliyor va canım çok acıyor... Sanki geçmişimin güler yüzlü hatıralarının paramparça edildiğini ve ruhumda ölümün veya cehennem yalnızlığının kol gezdiğini hissediyorum...

Pakili felaketzedeler perişan haldeler... Ülkede alt yapı çökmüş , tarım alanları tamamiyle zarar görmüş , açlık ve susuzluk baş göstermiş ve 600 bin insanın ne halde olduğu meçhul durumda... Resmi rakamlar ölü sayısını 1500 olarak verse de ülkemizde yaşadığımız felaketlerden tecrübeli olduğum için bu resmi (!) rakamların hiç de gerçekleri yansıtmadığını düşünüyorum... Hadi diyelim doğru... sadece bununla kalmayacak malesef... Salgın hastalıklarla ikinci bir ölüm dalgası daha bekleniyor... Haiti ' de yaşanan insanlık daramı  benzeri bir tehlike kapıda...

Birleşmiş Milletler 'den gelen yetkililer yaşanan felaketin , 2004 Hint Okyanusu Tsunamisi , 2005 Keşmir Depremi ve 2010 Haiti Depremi fellaketlerinin toplamından çok daha fazla trajik ve derin yaralar açan bir etkisi olduğunu vurguluyorlar... Uluslararası toplum da felakete çok duyarsız kalınca , katlanarak artan acı , ülkenin felaket bataklığına  giderek daha derinlemesine saplanmasına sebep oluyor... Dikkatimi çeken nokta , felaketin Ramazan ayına denk gelmesine rağmen müslüman ülkelerin Pakistana olan kayıtsızlıkları... Dünya genelinde tüm müslüman ülkeler içinde onlara en çok yardım elini uzatan ülke yaklaşık 11 milyon dolar ile Türkiye...

Birleşmiş Milletler ilk etapta acilen 460 milyon dolaralık yardıma ihtiyaç duyulduğunu söylese de , şu ana kadar bu yardımların ancak üçte biri sağlanabilmiş durumda... İşin en kötü olan tarafı da , gelen yardımların köpeğin önüne atar gibi verilmesi... Eğer bu yardımların arkası gelmez ve Pakistan uluslararası arenada yalnız bırakılırsa , kısa bir süre içerisinde 3 buçuk milyon çocuğun ölümüne engel olunamayacak... Ülkenin yeniden inşası için 10 milyar dolar gibi akla hayale sığmayacak bir meblaya ihtiyaç var... Devletin bu yapılanmayı tek başına sağlaması ise pek mümkün görünmüyor...

Beni üzen bir başka konu ise , Pakistan ' ın yakın zamanda Taliban ' a karşı bir savaş açması sebebiyle halkın terör belasına karşı da hedef tahtası haline gelme riski taşıması... Saldırılar gerçekleşmese dahi , radikallerin etkinliklerini arttırıp , ülke yönetiminde baskın bir güç oluşturmaları olasılık dahilinde...

Yaşam akıp geçmeye ve geçmişin altın hatıralarını birbir hayat veznesinde bozdurmaya devam ediyor... Her büyüme macerası , masumiyet sayfalarını koparıp atıyor fani ömrümüzün hırsla ve iştahla... Bakalım sıra yarın geçmişin hangi değerli gülümseten , huzur veren hatırasına gelecek... Sevgi ve Saygılarımla... Fırat Öçal

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bir Musibet yada Bin Nasihat ve Gölcük Depremi...

Yaşanan bir musibetin söylenen bin nasihatten iyi olduğu söylenir… Belki dünyanın bir çok yerinde bu kural geçerlidir ve sıklıkla doğruluğunu ispat ediyor olabilir… Ama konu canım Türkiyem oldu mu , orada şöyle bir durup düşünmek gerekiyor…


17 Ağustos 1999 da yaşadığımız Gölcük depremi kolay kolay unutulmayacak etkileriyle ülkem insanı üzerinde derin izler bırakarak tarihin tozlu sayfaları arasında yerini aldı… Keşke yaşanan her şey gibi olmasa , yaşanan acılar unutulmasa yada kasıtlı olarak unutturulmaya çalışılmasa da bu tozlu sayfalara ve raflara kaldırıvermek zorunda kalmasaydık…

Ne mümkün… Yerel yönetimler ve devletin en üst mertebelerindeki yetkili mercilerce bağırışlar ve çağırışlar arasında hamasi nutuklarla mangalda hiçbir kül bırakılmamasına rağmen , bizi potansiyel olarak hali hazırda bekleyen çok daha vahim bir felaket için kalıcı , yapıcı , en azından çürük geçmişimize dair kötü olanları yıkıcı hiçbir önlem alınmış değil… kolay kolay da alınacakmış gibi de durmuyor…

Yaşadıkları travmanın ve derin sarsıntının etkisiyle ruhlarının en mahrem yerlerinde hissettikleri , hala da hissetmeye devam ettikleri acıların etkisiyle birinci derecedeki Gölcük madurları dışında 17 Ağustosu hiç kimse hatırlamak istemiyor yada hatırlatılmasına izin vermiyor…

Teknik detaylarına , sonrasında uygulanacağı söylenen ama hasır altı edilen acil planlara uzun uzun değinmeyeceğim… Yüzlerce , binlerce cümle sarf edildi yüreklerimizi kavuran bu felaket için… Buradaki sözlerim sadece bizi hali hazırda bekleyen potansiyel daha büyük bir felaketi anımsatmak ve kaybettiğimiz binlerce insanımızı saygıyla anmak için yazılmış olacak…

Suni gündemleri en hararetli tartışmaların baş köşesine oturtan memleketimin pek saygıdeğer yöneticileri , en çok sattıran yada reklam getiren haberlerin peşinde gezmekten kendilerini alamayan Türkiyemin pek entel gazetecileri , paraya para demeyen aç gözlü tok sözlü girişimcileri , plazalarda ekonomi adına köşe kapmaca oynayan holding yöneticilerinin paragöz köşe yazarları…

Sözlerim asıl sizin için… Omuzlarınızda olan büyük sorumluluğu bir silkinişte atıp unuttuğunuz , aba altından sopa gösterenlerden korkup kuyruğunuzu bacaklarınızın arasına sıkıştırıp en sote yerlere saklandığınız içindir bu hiddet dolu sözlerim… Memleketimin belleği olmak zorunda olduğunuzu unutmanız , bizleri belki bu depremin olmasa da daha büyük felaketlerin kurbanlık koyunları olarak bizlerin de yaşanacak felaketlerin başrol ölüleri halinde , çevrilecek kıyamet filminin vizyona girmesine endeksliyor hayatlarımızı…

Kum saati akmaya devam ediyor ve onu tersine çevirecek , toplumun her kesimini kapsayacak bir haykırış , küllerinden diriliş , yeniden şaha kalkış olmadığı sürece , kader dediğimiz o kavram değiştirilemeyecek makus bir talih olarak mezarlarımızda bizleri bekliyor olacak… Eğer sonum böyle olacaksa , diğerlerini bilmem ama Ahrette iki elim yakanızda olacak bunu bilesiniz…

13 Ağustos 2010 Cuma

Sinir Krizleri ve Kendimizi Cezalandırmamız Üzerine Mazoşistçe Bir Yazı...


Sinir halleri , kızgınlıklar , insanın kendini cezalandırma yolları gibi... Yaptığımız hataların intikamını alırcasına farklı karakterlere bürünüyor ve yabancılaşarak kendimizi cezalandırıyoruz... Normal hayatımızda sahip olduğumuz benliğimizin gerektirdiği davranışlardan uzaklaşıp tam tersi davranışlar sergiler hale geliyoruz...
Biraz mazoşitstçe bir tutum... Sanki hatalarımızın kefaretini ödemek için acı çekmek ve bundan da manevi bir haz almak çok insansı ve bizden bir davranış biçimi...
Kendime biraz yakından biraz da dışarıdan bakma fırsatı bulduğum anlarda , yaptığım aptallıkların üstüne türlü bahanelerle sinir krizlerine girdiğimi görüyorum...

Normal şartlarda hiçbir şeyi takmayacak rahatlık içinde dünya batsa umrunda olmaz bir tavırla hayatını sürdüren ben , aptalca bir harekete imza attıktan sonra kızgınlık krizleri ile kendimi mecuziler misali kamçılıyor , yetmezse en belalı şahsiyetlere bulaşmaktan çekinmiyorum...

Geçenlerde bebeğimiz için internetten bir araba koltuğu siparişi vermiştim... hani çıkardıkları yasa ile kim bilir kimleri ihya ettikleri o araba koltuklarından... adreste yaptığım aptalca bir hata yüzünden ancak 10 gün sonra elime ulaşması yetmezmiş gibi , eşimin de beğenmemesi üzerine 3 günlük geri yollama süresini kaçırdığım için elimde kalakaldı... 1 haftalık mesajlaşarak geri iade etme yollarını aramamı da ekleyin... tatilimizin bitmek üzere olduğu şu son günlerde hala çözümlenememiş bir problem olarak kalakaldı başımıza...

Bu süreçte öylesine kızgın , öylesine sinirli ve agresif bir adam haline geldim ki , bırakın eşim ve annemin tepkilerini , oğlum bile şaşkın yüz ifadesiyle kendime yabancılaşmamı suratıma vurdular bir bir... sinirim ve tafram onlara değil tabiki... aslında tamamiyle kendime... Böylesi örnekleri çoğaltmam mümkün...

Uzun lafın kısası... ne kadar rahat insanlar olsak da hatalarmız ve aptallıklarımız bizi daha sinirli agrasif ve saldırgan yapıyor...
Ve bunu isteyerek , kendimizi cezalandırma amacıyla gerçekleştiriyoruz... İtiraf edemesek de acı bize zevk veriyor... başkalarını yaptıkları için cezalandıramazken , hıncımızı kendimizden alıyor ve savunma mekanizması misali mazoşistçe bir tavırla , alışkanlıklar haline dönüşmesine izin veriyoruz...
Daha az hata yaptığımız ve çektiğimiz ( zevk dolu ) !!! acılarla kendimizi cezalandırmak zorunda kalmadığımız tebessüm dolu günlerde buluşmak dileğimle...

Sanal Yetişen Bir Nesil...

düşünmeyen , sorgulamayan , düşünse bile düşündüklerini dile getiremeyen ve yazıya yede eleştiriye dökemeyen bir nesil...


yazılarımı zaman zaman internet cafelerden yazmak zorunda kalabiliyorum... bazen ihmalkarlığımdan netbookumun pili bitmiş olabiliyor , yada ne bileyim aklıma gelenleri hemen kaleme yada klavyeye dökmek istiyorum... soluğu klimalı bir internet kafede alıyorum...

en ufağından en liselisine , çeşitli yaş gruplarında onlarca yüzlerce genç arkadaşımla karşılaşıyorum buralarda... belli bir süre oyuna benim de bir itirazım yok ama yok artık olmaz böyle birşey...

bazen üst üste aynı kafede nete girmem yada oturup demli bir çay molası vermem gerekiyor... sabahtan akşama kadar aynı gençleri sanki oranın tapulu malı olmuşlarcasına internet kafeye yapışmış olarak buluyorum... içim acıyor , manzara canımı acıtıyor...


bilgi sahibi olmak için yada arkadaşlarıyla merhabalaşmak için değil , internetsiz yada oyunsuz yapamadıkları yani bir nevi bağımlısı oldukları için oradalar hep...


ben de günde aralıklarla 2-3 saat çeşitli vesilelerle internette kalıyorum... bazen 3-4 saati bulabiliyor da... ama yaşantım olması gerektiği gibi akıp gidiyor... işim ,eşim ,sevgili oğlum , tatil ve benzeri hayat meşkalelerimi ihmal etmeden kullanıyorum sanal dünyayı...

ama daha hayatlarının baharında , gelecekle ilgili hiçbirşey inşa edememiş bu taptaze insanların sadece sanal dünyada var olabildiklerini düşündükçe , korku ütopyası olarak tasarlanan orwelvari yada terminatörümsü veya ne bileyim matrix benzeri manzaraların çoktan bizleri ele geçirdiğine ikna oluyorum...


inanın farmville diye bir oyun var , adını hep duyuyorum... sanırım facebookta... belki yoğunluktan , belki de oyun yerine başka kaygılarım olduğundan elimi atıp da nedir ne değildir diye başına oturup denme şansım olmadı...

ki o kadar yakınıma kadar girmiş olmasına rağmen... her halde diyorum , bir de oyun dünyasına el atsam , eşimden oğlumdan ayrılmam ve işte emekliliğimi ilan etmem gerekecek...


şuan kafede benzer kaygılarla kaleme aldım yazımı... sağım solum oyun ve internet bağımlılarıyla sarılmış durumda... geleli daha 15 dakika kadar oldu... ama onların saatlerdir burada koltuklarına çakılı halde oturduklarına eminim... arada durup onları seyretsem de , hey abi ne bakıyorsun diyecek halleri bile yok... öylece kopup gitmişler yaşadığımız gerçek dünyadan...

umudum bilinçli , ne yaptığının , nerden gelip nereye gittiğinin daha bir farkında olan bir gençliğin yetişmesi... en azından sanal dünyayı hayatının her kademesinde en yüksek verimle kullanmaya çalışan benim gibi bilinçli bireylerin çocuklarını bu yönde yetiştireceğine eminim...

Demokrat Fransa Bu mudur ???

Sırtındaki bebeğiyle yerlerde sürüklenen ve tekme tokat dövülen kadınlar... Göz kırpmadan kontrolsüz güç uygulanarak ezilen Afrikalı göçmenler... Demokrasinin anavatanı olarak bilinen Fransa ' dan insan manzaraları bunlar... İrkçı tutumlarıyla , insanın kanını donduran görüntüleriyle çok farklı bir Fransa resmi...

Romantik çiftlerin elele tutuşup eiffel kulesi ' ne karşı ren nehri ' nin durgun sularında gezdiği çiftler yerini , yerden yere vurulan zavallı insan manzaralarına bırakmış...

Bu mudur özgür , demokrat , ilerici Avrupa... Bu mudur fikri hür , vicdanı hür Batılı zihniyet... İnsan hakları terenennisini dillerine dolayarak , oturdukları fildişi kulelerinden ahkam satan devlet yöneticileri , yerini Sarkosy benzeri tek dişi kalmış emperyalist canavarlara bırakmış .... Yazık ...


Allahtan kendi ülkelerinin insan hakları savunucuları tarafından da lanetlenen bu sahneler , hiç şüphe yok ki , bilinçten nasibini biraz olsun almış ülkelerin gözü kara savunucuları tarafından adil , hakkaniyetli soruşturmalarla aydınlatılacak ve suçlular cezalarını bulacaktır... En azından öyle ummak istiyoruz...

Ama her şey gelip geçtiğinde , yerlerde sürüklenen kadının sırtındaki , hiçbirşeyden haberi olmayan zavallı ezilen masum bebeğin perişan görüntüleri akıllardan hiçbir zaman çıkmayacaktır... Sevgi ve Saygılarımla... Fırat Öçal

7 Ağustos 2010 Cumartesi

TATİLE NOKTÜRN: İŞİM GEZMEK OLSUN , BAŞKA İHSAN İSTEMEM...


Tatilin başıboş saatleri... en dertsiz , en kaygısız hayat parçaları...Hiçbirşeyin umrumda olmadığı ,bitmeyecekmiş gibi gelen tembellik savruluşları...

şöyle bir param olsa sevgili oğlum Rüzgar , biraz büyümüş kendini kurtarmış olsa , her etkinliğe katılır , hiç gitmediğim yerleri , o gün sanki hayatımın son günüymüş gibi , dere tepe düz gider , gezer tozardım... Nasıl konuşur gibi yazmaya çalışıyorsam , yazar gibi konuşup , toprakla , suyla , püfür püfür esen meltemler en başta her tür rüzgarla dertleşir , gamsız kaygısız halimle , bana anlattıklarını bir bir yazardım... Gittiğim şehirlerin dili olur , konuştuğum insanların rüyasını anlatırdım teker teker...

şöyle biraz param olsa , sevgili oğlum Rüzgar söylediklerimi anlasa gezmeye dünden meraklı sevgili eşimle ikisini kapar hayatın karmaşalı koşturmacasından kaçırır , nereye gitmek istiyorlarsa oraya uçururdum...

Hiç anlatılmamış yada anlatılsa da atlanmış köylerin kasabaların hikayelerini en saf , en taze ürünlerle donattıkları kahvaltı sofralarında , eteklerindeki taşları döken köşe bucak gezmiş derviş misali netbookuma bir bir dökmek isterdim... Özgürce dur duraksız uçan kuşun , tabiat anayla fıslıdaşan sazlıkların , misler gibi kokan yar misali türlü türlü çiçeklerin , sözlü çalgılı Aşık Veysel ' i olurdum...

Tatilin başı boş saatleri ... eğer oğlumun keyfi tıkırındaysa en önemli işlerim ,gerine gerine yataktan kalkmak , kendime gelmeden önce şööööyleee bir şekerleme yapmak , sabah sporum yürümek ve koşmak , üstüne cila niyetine çarşaf misali günün ilk ışıklarıyla pırılpırıl parlayan ege ' ye kendimi vurup yorulucaya kadar yüzmek , ardından kahvaltı sofrasında sabah gazetesinin eşlik ettiği fırından yeni çıkmış , dumanı üstünde , gevrek ötesi , misler misi simitleri , yorgunluk unutturan dert ortağı demli çayımla aile saadeti tablosu eşliğinde yavrumla oynaya oynaya götürmek ... Daha sayayım mı ... Oğlum ve eşimle birlikte kesmedi diye oğlum ve eşimle birlikte ikinci parti deniz keyfi , akşamında kardeşimin ustalığı ile şenlenen mangal sefası , aralarda da oğlum Rüzgar ile oyun molaları...

Saymakla bitiremem aylaklığa övgümü , tatilime döktürdüğüm noktürünümü... Romen Diogen ' e selam durup , gölgeler arasından sesleniyorum..İşim gezmek olsun , başka ihsan istemem...

Umut Dolu Bir Geleceğin Altın Kanatlı Meleklerine…


Tarih yazarak 20. Avrupa Atletizm şampiyonası‘ nın fatihi olan atletlerimiz Türkiye ‘ ye dönüşlerinde kahramanlar gibi karşılandı… Ne de çok özlemişiz gurur dolu zaferleri…

Özellikle bayan sporcularımızın göğsümüzü kabartan başarılı sonuçlara imza atmaları , beylik haber başlıkları olmasının ötesinde , sporla alakaları olsa da olmasa da , 7 den 70 e tüm halkımızın dikkatini çekmeyi ve onlardan destek görmeyi başardı… Anadolu ‘ nun cefakar kadının kürsüde başı dik bir şekilde temsil edilmesi herkes tarafından fazlasıyla özlenen bir manzaraymış…

 Müsabakalarda , haberlerde ve spor programlarında doyasıya izledik altın , gümüş kadınlarımızı… Spora bakışımızı değiştirmek , olimpik dallarda başarılı olarak sporcu ruhunu yakalamak için yıllardır sürdürülen çabalara inanılmaz bir katkıdır onların zaferleri…

Geleceği yeniden yaratacak , toplumun hassasiyetlerine el verecek atılımlar sizlerin zaferlerinizden güç alacak… Sizler umut dolu bir geleceğin altın kanatlı meleklerisiniz… Sağolun , varolun… Sevgi ve Saygılarımla… Fırat Öçal

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Dikkat !!! DEHB Çıkabilir

Hayatta başımdan geçen hemen hemen tüm olaylarda şansım yaver gitmiş. Allah nazardan saklasın... Bu şans beni doğumumdan beri takip etmiş annemden duyduğum kadarıyla... Yalnız aynı şeyleri dünyaya gözlerimizi birlikte açtığımız tek yumurta ikizim VOLKAN için söyleyemeyeceğim..

Doğumumuzun ilk aylarında rahatsızlanmamız üzerine narkoz verilmiş , ben gözlerimi açabilmişim ama sevgili ikizim VOLKAN malesef açamamış.. Cennette huzur içinde uyusun ... Dedim ya , ta doğumdan beri bu şans yanımda... Umarım hep öyle sürer..

Ama 7 aylık doğmanın verdiği o acelecilik , yine tüm yaşantımı ilk günlerimden beri derinden etkiliyor.. Acaba benim kadar sakar , benim kadar etrafını yıkan döken insan var mıdır dünyada diye merak eder dururum hep...
Geçenlerde gazeteleri karıştırırken DEHB dikkatimi çekti ve kendi hayatımla ilişkilendirip başkaları da böyleyse pür dikkat kesilsinler yaşamlarını değiştirsinler istedim , yazımın konusu yaptım..
DEHB denilen şey , Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite bozukluğu... Hayatımın bebeklik ve çocukluk dönemlerinde inanılmaz hareketli olduğumu , her şeye istahla sarıldığımı ama bir o kadar da hızlı bir şekilde sıkılıp vazgeçtiğimi söylerlerdi... Sonraki okul yıllarımda ailemin de desteğiyle iyi bir eğitim alarak bu sorunumu avantaja çevirdiğimi ve bu günlere kadar gelebildiğimi gururla söyleyebilirim.. Ama işte bahsetmekte olduğum bu hiperaktivite durumu da benim başımdan geçen benzer belirtileri kapsıyor... Aşırı hareketli ve okulda dikkat sorunu olan çocuklar birinci derecede dikkat edilmesi gereken risk grubunu oluşturuyor.. İşin enterasan olan yönü de , bu problemin sadece küçük çocuklarda değil , aynı zamanda yetişkinlerde de karşımıza çıkıyor olması... DEHB olan çocukların % 30 -70 arası hiçde azımsanmayacak oranlardaki kısmında büyüdüklerinde de benzer belirtileri gösteriyor ve bu durumdan son derece olumsuz bir şekilde etkilenebiliyorlar...
DEHB nasıl oluşuyor diye soracak olursanız hemen ekleyelim.. Beyinde dikkati kontrol eden bölgedeki sinir hücreleri arasında haberleşmeyi sağlayan iletici maddelerde dengesizliklerin oluşması sonucu ortaya çıkıyor DEHB...
İşlerine geç kalan , önemli randevularını unutan , huzursuz , düzensiz , bir türlü rahatlayamayan yetişkinler karşılarında bir anda DEHB yi bulabilirler... Siz de okuduğunuz şeye yoğunlaşamıyor , mizacınızda dalgalanmalar yaşıyorsanız , kendinize güveniniz azalmış ve öfkenizi kontrol etmeke güçlük çekiyorsanız bir uzmana kontrole gitmenizde fayda var demektir... Eğer çok geç kalırsanız bu sizin iş ve ev hayatınızı da kabusa çevirebilir... İşinizi elinizde tutmakta zorlanabilir , iş yeri yönergelerini uygulamakta bunalabilir , işinizle ilgili zaman sınırlamaları altında boğulabilirsiniz... Sadece işiniz de değil , aynı zamanda benzer sorunları evde ailenizle birlikte de yaşamak durumunda kalabilirisiniz... Çünkü DEHB , evlilikleri ve arkadaşları da gözüne kestirir... Evlilik ve doğum günleri unutulabilir , faturalar zamanında ödenmez , çok çabuk öfkeye kapılıp boşanma ve ayrılıklara sebep olabilirsiniz...

Çözüm yolu ise çok çetrefelli... Sizi fazlasıyla yıpratabilecek bu yollar , ilaç yada terapiler olarak tercih edilebilir... Uyarıcı ilaçlarla dikkati arttırabilir , beyinde bulunan dopamin , norepinefrin denilen kimyasalların etkinliklerini kuvvetlendirebilirsiniz... Bizi uyarıcılar bozar , bir de bağımlılıklarla da uğraşmayalaım diyenlere uyarıcı olmayan özellikte ilaçlarda verilebilir...

Bir Osmanlı Hatırası ve Padişah Sporu Girya

Görünümü dambılı yada gülleyi andıran , ama kinetiği ve ağırlık merkezi bakımından çok farklı olup , nevi şahsına münhasır yeni bir spor ve kuvvet aleti Girya...


Rus kökenli olan bu kulplu gülle benzeri alet , ağırlıklı fitness benzeri bir çalışma mantığını barındırıyor... Türkiye ' de bu sporun en önemli uygulayıcısı ve uzman eğitmenlerin başı Murat Şinikçi , 10 yıldır hiç yılmadan tüm kitlelere sevdirme yolunda çalışmalar yapıyor...

Aslında Girya bizim için pek de yeni bir nitelik taşımıyor... Çünkü Osmanlı Padişahları ve ordudaki askerler seferler öncesi benzer bir güç aletiyle antrenmanlar yapıyor ve kendilerini formda tuttarak zor geçecek mücadele dolu savaş günlerine hazırlıyorlardı...

Günümüz yaşamında stres dolu hayatımıza tazelik getireceğinden hiç şüphe duymadığım Girya , kendi içinde bir çok avantajı da beraberinde getiriyor... Çünkü diğer egzersiz araçlarına nazaran çok az yer kaplıyor , her yaştan sporcular için ama özellikle küçükler için farklı ağırlıkta çeşitleri bulunabiliyor... 4 -8 -16 kilogram gibi ağırlıkları sıklıkla tercih edilirken , bu miktarlar küçükler için daha az miktarlarda olabiliyor...

İlle de tek başına bu sporla ilgileniyor omanız da gerekmiyor... Diğer sporlar için çok yönlü ve faydalı egzersiz yada antrenman imkanları da sunan Girya , en yeni trendleri denemek isteyen kitleler üzerindeki çarpıcı etkisini şimdiden göstermiş durumda...


Çağla Kubat ve Jimmy Diaz gibi başarılı ve fit windsörfçüler , çalışmalarında antrenman için Girya ' yı tercih ediyorlar... Yurt dışında daha çok kettlebell olarak bilinen bu ilginç alet , ilk fırsatta deneyimlemeyi istediğim farklı ve ilginç tercihlerimden birini oluşturacak...

Tanrı ' nın Çiçekleri...



hayat bahçesinde açmış

çiçekleri gibiyiz Tanrı 'nın...

güneşle açıp ,

geceyle soluyoruz...

cana hasret

nefes nefese ,

ömür ömür diye diye ,

ölüm soluyoruz...

Rüzgarlı Bir Hayata Başlamak...




Sevgili oğlum Rüzgar Bebek az profesörlük yapmıyor bizlere... Hani ne oldum değil , ne olucam de derler ya , şimdilerde ise , ne biliyorum değil , neler bilmiyormuşum modunda yaşatıyor hayatı bize...
Abartmıyorum onunla geçen her saniye , her dakika , doğru bildiklerinin ne kadar eksik olduğunu anlamakla yada bildiğinizi zannettiğin bir şeyin aslında öyle olmadığını öğrenmekle geçiyor... 7 buçuk aylık oğlumun bizden daha usta bir eğitmen olduğunu düşünmeye başlıyorum gün geçtikçe...

Öğrencilerimle geçirdiğim ders dakikalarında onların isteksizliklerinin de etkisiyle ne de çabuk indiriyormuşum yelkenleri suya... Normali Rüzgarımızın bize uyguladığı gibi olmalıymış... Ben nasıl istiyorsam öyle ciddiyetinde ve ısrarında inanılmaz başarılı bir eğitim hayatı geçiriyoruz eşimle ben... Burada tek tek sıralamayacağım başımızdan geeçenleri... Yaşayanlar pekala bilirler nasıl deneyimler olduğunu... Söylemek istediğim ne öğrenmenin ne de öğretmenin yaşı olmuyormuş...

Oğlumun doğumuyla başlayan yeni hayatımızda , yaşantımızdaki her ayrıntıyı sil baştan anlamlandırmak gerekiyormuş... Hiçlikten babalığa giden yolda , oğlumla beraber eşim ve ben , yeniden doğmak , hayata gözlerimizi sıfırdan açmak zorundaymışız...

Bugünkü konumuz , meraklı bir canavarın yaşam alanı nasıl düzenlenmeli ve onun için daha tehlikesiz bir hale getirilmeli???... Ders 1 : ) Aşağıya sarkan örtüler üzerinde hiçbir yaralayıcı eşya bırakılmayacak ...
Ders 2 : ) Örümceğini süremeyip ağlama dönemi sona erdiği için , etrafta bulunan tüm erişilebilir eşyalar kolilere kaldırılıp , ya imha edilecek yada saklanacak... Ve böyle sürüp gidiyor...

Şikayet ettiğimi zannetmeyin sakın... Hayatımda yaptığım en doğru en anlamlı hareket bir çocuk sahibi olmak... Anlatmaya çalıştığım şey , değişmeyen tek şey değişim olgusunun kendisi olduğu... Buna ayak uyduruyor ve bilgelik , öğrenme ve öğretme adına ne varsa bildiğiniz , eskimiş her şeyi bir günde çöpe atıp , sıfırdan başlıyorsunuz hayata... Hepsi bu... Emin olun , hazır olmayı beklemek isterseniz , o doğru an hiç bir zaman gelmiyor... Aynı kural hayat ortağınızı yani eşinizi seçerken de geçerli... Ömrümüzü beraber geçireceğimiz doğru insanı aramak için yola çıkıyoruz o macerada da... Kimler geliyor , kimler geçiyor o köprülerin altından... Hayıflanıp duruyor , yaşadığımız acılar için Tanrılara lanetler okuyoruz...

Oysa kural çok basit... Yolculuk aslında doğru insanı bulma yolculuğu değil... Hatayı baştan yapıyoruz... Yolculuk doğru insan olma yolculuğu... Ne zaman anlayıp ve değiştirmeye çalışmayı bırakıp , değişime kendimizden başlama kararını alıyoruz , ancak o zaman taşlar yerine oturuyor ve işler iyiye doğru gitmeye başlıyor... Hayat okulu ne zaman doğru insan olduğunuza karar verirse , işte o zaman aradığınız doğru insanı bulabiliyorsunuz...,

İşte , sevgili oğlum Rüzgar ' ın bize yaptığı profesörlük de bu şekilde eğitiyor bizi... Ahkam kesen , bilge tavırlar sergileyen biz herşeyi bilen ebeveyenler ne zaman değişmeye karar veriyorsak , işte o zaman çocuk sahibi olmanın ve onunla yaşayabilme becerisi kazanmanın doğru zamanı da gelmiş oluyor...

Ben ve eşim değişmeye ve her şeye yeniden başlamaya karar verdik... Zannetmeyin ki kolay bir karardı.. Hiç değil... Ama ne kadar beklerseniz o kadar kayıptasınız... Bunu anladığınızda sizin de yeni hayatınızdaki bilinmezlerle dolu maceranız başlayacak... Kimbilir , o gün belki bugün... Sevgi ve Saygılarımla... Fırat Öçal